D. Sözleşmelerin yorumu, muvazaalı işlemler
D. Sözleşmelerin yorumu, muvazaalı işlemler
Madde 19 - Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır.
Borçlu, yazılı bir borç tanımasına güvenerek alacağı kazanmış olan üçüncü kişiye karşı, bu işlemin muvazaalı olduğu savunmasında bulunamaz.
I-) 818 Sayılı Borçlar Kanunu:
(D) Akitlerin Tefsiri, Muvazaa
Madde 18 - Bir akdin şekil ve şartlarını tayininde, iki tarafın gerek sehven gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmıyarak, onların hakikî ve müşterek maksatlarını aramak lâzımdır.
Tahrirî borç ikrarına istinat ile alacaklı sıfatını iktisabeden başkasına karşı, borçlu tarafından muvazaa iddiası dermeyan olunamaz.
II-) Madde Gerekçesi:
Madde 19 - 818 sayılı Borçlar Kanununun 18 inci maddesini karşılamaktadır.
Tasarının iki fıkradan oluşan 19 uncu maddesinde, sözleşmelerin yorumunda göz önünde tutulacak ilke ile işlemin muvazaalı olduğu savunmasının ileri sürülemeyeceği durum düzenlenmektedir.
818 sayılı Borçlar Kanununun 18 inci maddesinin kenar başlığında kullanılan “d. Akitlerin tefsiri, muvazaa” şeklindeki ibare, Tasarıda “D. Sözleşmelerin yorumu, muvazaalı işlemler” şeklinde değiştirilmiştir.
Maddenin birinci fıkrasına göre, bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenip yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcükler değil, onların gerçek ve ortak iradeleri esas alınacağı düzenlenmektedir.
Maddenin ikinci fıkrasında ise, Tasarının 17 nci maddesinin gerekçesinde de açıklandığı gibi, yazılı bir “borç tanıması”na güvenerek alacağı kazanmış üçüncü kişiye karşı, işlemin muvazaalı olduğu savunmasında bulunulamayacağı belirtilmektedir.
Metninde yapılan arılaştırma dışında, maddede 818 sayılı Borçlar Kanununa göre bir hüküm değişikliği yoktur.
III-) Kaynak İsviçre Borçlar Kanunu:
1-) OR:
D. Auslegung der Verträge, Simulation
Art. 18
1 Bei der Beurteilung eines Vertrages sowohl nach Form als nach Inhalt ist der übereinstimmende wirkliche Wille und nicht die unrichtige Bezeichnung oder Ausdrucksweise zu beachten, die von den Parteien aus Irrtum oder in der Absicht gebraucht wird, die wahre Beschaffenheit des Vertrages zu verbergen.
2 Dem Dritten, der die Forderung im Vertrauen auf ein schriftliches Schuldbekenntnis erworben hat, kann der Schuldner die Einrede der Simulation nicht entgegensetzen.
2-) CO:
D. Interprétation des contrats; simulation
Art. 18
1 Pour apprécier la forme et les clauses d’un contrat, il y a lieu de rechercher la réelle et commune intention des parties, sans s’arrêter aux expressions ou dénominations inexactes dont elles ont pu se servir, soit par erreur, soit pour déguiser la nature véritable de la convention.
2 Le débiteur ne peut opposer l’exception de simulation au tiers qui est devenu créancier sur la foi d’une reconnaissance écrite de la dette.
IV-) Yargı Kararları:
1-) YİBK, T: 08.05.1941, E: 29, K: 5:
… Medeni Kanunun mer’iyetinden sonra kanunun mer’iyetinden mukaddem gayri menkuller hakkında tesis olunan kayıtlara dair ikame olunacak muvazaa davalarının istimaı caiz olmadığına ekseriyetle karar verildi. (RG. 16.05.1941; S: 4810).
2-) YİBK, T: 05.02.1947, E: 20, K: 6:
Halli gereken meselenin konusu: Namı müstear iddialarının resmi veya adi senetle ispatı caiz olup olmadığı hakkında Birinci Hukuk Dairesi kararları arasında vücut bulan uyuşmazlıktır.
Birinci Hukuk Dairesi olayda namı müstear iddialarının resmi mahiyette senetle ispatı lüzumuna karar vermiş olduğu halde benzeri diğer bir olayda bu karara aykırı olarak alelıtlak yazılı delil ile ispatın mümkün olacağını kabul eylemiştir.
İhtilafa konu teşkil eden işler gayrimenkul sicilinde yazılı adın vekalet münasebetiyle müstear isim olduğuna müteallik ise de; bu husustaki ihtimaller göz önünde tutularak meselenin daha şümullü bir surette müzakere ve çözülmesi uygun görülmüştür.
30/Mart/1329 tarihli Emvali Gayrimenkulenin Tasarrufu Hakkındaki Kanun ile mahkemelerce dinlenmesi menedilmiş bulunan muvazaa ve namı müstear davalarının bu kanundan evvel yürürlükte bulunan eski mevzuat hükümlerine göre dinlenmeleri caiz olduğu gibi Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra da Borçlar Kanununun on sekizinci maddesi gereğince muvazaa iddialarının mahkemelerce dinlenmesine bir engel bulunmamış ve ancak Emvali Gayrimenkulenin Tasarrufu Hakkında yukarıda sözü geçen Kanun zamanında istimaı memnu bulunmuş olan bu kabil davaların 30.3.1329 ile 4.10.1926 tarihleri arasında geçen zaman içinde tekevvün etmiş bulunduğu takdirde Medeni Kanunun meriyetinden sonra dinlenip dinlenemeyecekleri Birinci ve İkinci Hukuk Dairelerinin birbirine uymıyan iki kararı ile uyuşmazlık mevzuu teşkil eylemiş olmasından dolayı 8.5.1941 tarihli tevhidi içtihat karariyle Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden evvel gayrimenkuller hakkında tesis olunan kayıtlara dair ikame olunacak muvazaa davalarının dinlenemeyeceği tespit edilmişti.
Bu kerre kurula sevkolunan ve birleştirilmesi icap eden kararlar arasındaki uyuşmazlık ise Medeni Kanunun yürürlüğe girdikten sonra gayrimenkuller hakkında tesis olunan kayıtlarda namı müstear hadisesine müteallik bulunmaktadır. Gerçi bugünkü mevzuatımızda namı müstear diye bir tabir yoktur. Fakat hukuki münasebetlerde namı müstear hadiselerine her zaman, tesadüf edilmekte ve binaenaleyh bunun hukuki mahiyetini ve hükmünü tayin zaruri bulunmaktadır.
Muhtelif sebep ve maksatlarla bir gayrimenkul kaydına hakiki maliki yerine başka bir nam ve bir mukavelenamede âkitlerden biri yerine üçüncü bir şahıs ve bir alacak senedinde alacaklı veya borçlu sıfatını haiz olmıyan diğer bir kimsenin gösterilmesi mümkündür. Bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum, veya her hangi bir maksatla üçüncü şahıslardan hakikati gizlemek gayesi güdülebilir. Suiniyetle ve haksız gizlemelerde ilgililerin haklarını kanun vazıı muhtelif hükümlerle teminat altına almış olmakla beraber bu cihet müzakere konusu dışı olduğundan bunun üzerinde durulmağa lüzum görülmemiştir.
Sözü geçen ihtimallere göre, böyle bir dava, gerçekte ya mevcut bir hakka dayanarak bir yedin nakli veya bir hakkın himayesi mahiyetini arzeder. Kurulumuzu en çok münakaşa ve müzakereye sevkeden husus, vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarrufta mülkiyetin vekile mi? Yoksa müvekkile mi? sabit olacağı meselesi olmuştur.
İlmi bir incelik taşıyan meselenin nazari esaslarla halli kabil olduğu gibi bu bapta kanunlarımızın sarahatından istiane de mümkün bulunmuştur.
Temsil ve vekalet münasebetinde, mülkiyette halefiyyet esas olarak kabul edilmiş bir keyfiyet olup halefiyeti tashih maksadiyle iptidaen mülkiyetin vekile sübutu düşünülse bile temsil hükümlerine muhalif olduğundan bunun istikrar ve devamına hükmolunamaz. Ve Borçlar Kanununun otuz ikinci maddesinin ikinci fıkrasındaki alacaklar ve borçlar mefhumu mülkiyete teşmil edilemez. Nitekim Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur.
Vekilin iflâsı halinde müvekkil, bu hakkını masaya karşı da iddia edebilir.
Vekilin iflâsı halinde müvekkil, vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına iktisap eylemiş olduğu menkul eşya hakkında dahi istihkak iddiasında bulunabilir.
Vekilin haiz olduğu hapis hakkını, masa dahi haizdir" diye yazılı 393. maddesi bu asla müteferridir. Zikri geçen sebepten dolayı maddedeki menkul eşya kaydını vukui olarak kabul etmek zaruri görünüyor.
Gerek menkule gerekse gayrimenkule taalluk etsin namı müstear hadiselerinde mesele bir istihkak ve mülkiyet davası mahiyetini geçemiyeceğinden ne resmi senet ne de şekil meselesi bahis mevzuu olamaz. Nitekim; ötedenberi mahkemeler vaki olan bu kabil ikrarlara müsteniden hüküm vermekte ve meselede bir şekil meselesi görmemektedirler. Bundan başka meseleyi zatı akitte ve isimlerde muvazaayı dahi şumulüne alan ve netice itibariyle namı müsteara müncer olan on sekizinci madde hükmü çerçevesi içinde mütalaa kanunun ruh ve maksadına muvafık olur.
Bu esasların müzakere ve münakaşasından sonra bir senede karşı dermeyan olunan iddiaların aynı kuvvette senetle ispatı gerekli olup olmaması meselesine de temas edilmiş ve Medeni Kanunun yedi ve yirmi dokuz ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 290. maddeleri sarahatından açıkça anlaşıldığı üzere kanunlarımız daha ziyade nazari olan bu düşünceyi kabul etmediğinden bunun üzerinde daha fazla durulmağa da lüzum görülmemiştir.
Sonuçta oylara başvurularak yukarıdaki sebeplere binaen namı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatı caiz olduğuna üçte ikiyi geçen çoklukla 5.2.1947 tarihinde karar verilmiştir. (RG. 07.07.1947; S: 6651).
3-) YİBK, T: 07.10.1953, E: 8, K: 7:
Borçlar Kanununun 18 inci maddesinde derpiş edilmiş bulunan muvazaa hali ancak âkıdlar arasında tehaddüs edebilir. Bu da zahiri beyanlarının hakiki maksatlarına uymadığını bildikleri halde âkıdların kasdettikleri vaziyetten başka bir hukuki münasebette ittifak etmiş gibi kendilerini göstermiş olmaları halidir.
Medeni Kanunun 634 üncü maddesi mülkiyeti nakledecek akitlerin resmî şekilde yapılmasını âmirdir. Bununla hakiki iradelerinin tam olarak telahuk ettiğini âkıdların salâhiyetli memur huzurunda beyan eylemeleri kasdolunmuştur. Memur huzurunda bey’akdi hakkında iradelerinin telahuk ettiğini âkıdlar beyan eyleseler ve fakat hakiki kasıtlarının akit yaparken hibe olduğu sabit olsa bey’akdi batıl olur amma yerine hibe akdi kaim olamaz. Çünki memur huzurunda hibe hakkında tarafların iradeleri telahuk eylememiştir. Bu halde tapu kaydı hali aslisine irca olunmakla iktifa olunur. Müşteri vaziyetinde bulunan şahsa hibe sebebiyle mülkiyet intikal eylemiş olamaz. Bundan başka salâhiyetli memur huzurunda gayrimenkul mülkiyetini iktisap etmesi kasdolunan şahsın isminin gizlenmesi böylece anın yerine mevhum bir isim veya hakiki âkıdlardan başka bir şahsın ismi kullanılarak akde yabancı olan bir kimse namına sicile tescil vâkı olmuş ise (Namı müstear) bu halde de memur huzurunda âkıdların hakiki kasdının ifade edilmemiş olması bakımından temlike esas olan akit batıldır. Sicilin yalnız eski haline ircaı icabeder. Yani eski mâlik namına kayıt tashih olunur. Böyle bir münasebet yeni bir tescile mevzu olamaz. Medeni Kanun muteber bir akde müsteniden mâlik sıfatını ihraz edebilmiş bulunan kimselerin ancak sicile tescilini tecviz eder. Bunun haricindeki tesciller hukuki mesnetten âri bulunmaları itibariyle terkine tabi olur. Dâvacılar karılariyle vekâlet akdi münasebetleri mevcut olduğunu usulün 293 üncü maddesine dayanarak şahit ile de ispat edebilirler. Yalnız bu münasebetin mevcudiyetinin ispat edilmiş olması kendilerine gayrimenkullerin namlarına tescilini mahkemeden talep salâhiyetini bahşetmez, ancak taahhüde muhalif hareket etmiş olmaktan dolayı vekile tazmin mükellefiyeti tahmil olunabilir.
Netice; aralarında mevcut olduğunu iddia ettiği akdî bir münasebete müsteniden tapuda malik sıfatiyle mukayyet bulunan bir şahıstan sicildeki kaydın namına tashihini isteyen kimsenin Medeni Kanunun 634 üncü maddesine uygun şekilde dâvalı ile beyinlerinde inikat etmiş muteber bir akde istinat etmesi lâzımdır. Böyle bir akdin inikat etmediği dâvacının beyanından anlaşıldıktan sonra kanunun mevcut olmadığını kabul ettiği bir halin ispatı da artık mahkemece düşünülemez. Bu gibi hallerde dâvanın hukuki sebepten mahrum bulunması bakımından reddedilmesi iktiza ettiğine 7.10.1953 tarihinde ilk içtimada üçte ikiyi geçen ekseriyetle karar verildi. (RG. 28.11.1953; S: 8569).
Not: Kararda anılan Türk Kanunu Medenîsinin 634. maddesi Türk Medenî Kanununun 706. maddesine tekabül etmektedir.
4-) YİBK, T: 23.03.1955, E: 2, K: 6:
Sözü geçen Enstitü tarafından maden mühendisliği fenninin tahsili için ecnebi memleketlere izam edilip tahsillerini ikmal eden iki şahıs aleyhine taahhüt ettikleri mecburi hizmeti ifa etmeden görevlerinden ayrıldıklarından dolayı Enstitüce ihtiyar edilen masrafın taahhütleri veçhile kendilerinden ve kefillerinden tahsili talebi ile Ankara Asliye Birinci ve Üçüncü Hukuk Hâkimliklerine ikame edilen dâvalar neticesinde verilen hükümlerin temyizi üzerine Temyiz Mahkemesi Dördüncü Hukuk Dairesinin 17.5.1952 tarihli kararıyle, Enstitüce dâvalıdan alınan taahhütnamede kullanılan bir misli hizmet tâbirinin tahsilde geçen senelerin bir misli daha yani iki katı hizmet mânasını tazammum eylediği yolundaki Ankara Asliye Birinci Hukuk Hâkimliğinin noktai nazarı tasvip ve teyit edilmiş iken Ankara Asliye Üçüncü Hukuk Hâkimliğinin aynı mahiyetteki hükmü Dairece tahsilde geçen senelerin bir misli hizmet tâbiri, tahsil müddeti kadar hizmet mânasını mutazammın bulunduğu gerekçesiyle 15.7.1954 günlü kararla nakzedilmiş olduğu ve şu suretle aynı mesele hakkında dairece yekdiğerine mübayin kararlar verildiği anlaşılmıştır.
Bahis konusu dâvaların müstenidi olan taahhütnamelerin dördüncü maddesinde aynen (Tahsilimi tamamen bitirerek geri döndükten sonra İktisat Vekâletinin göstereceği vazifeleri itirazda bulunmaksızın kabul ve bu suretle Avrupa - Amerika’da geçirdiğim senelerin bir misli müddet hizmette bulunmağı taahhüt eylerim). denilmektedir. Bir misli kelimesinin lisanımızda mâna ve medlûlü bir o kadar 1 = 1 demek olduğu cihetle bu taahhütnameler gereğince ecnebi memleketlere tahsil için gönderilen şahıslar, tahsilde geçirdikleri müddet kadar mecburî hizmet ifası ile mükellef bulunduklarından Temyiz Dördüncü Hukuk Dairesinin 15.7.1954 tarihli kararı ile belirtilen içtihat doğru görülmüştür.
Ecnebi memleketlere tahsil için talebe izamına dair olan 1416 sayılı kanunun atıf yaptığı 2919 sayılı kanunla tadil edilmiş olan Memurin Kanununun 64 üncü maddesinde Devlet ve belediye ve idarei hususiyeler hesabına ecnebi memleketlerde tahsilini ikmal eden kimselerin, tahsil müddetinin iki misli mecburi hizmete tabi bulunduğu yazılı bulunması itibariyle taahhütnamelerde münderiç bir misli hizmet tâbiriyle âkıdların tahsil müddetinin bir misli daha fazla hizmeti kasdeylemiş bulundukları ve taahhütnamenin bu tarzda tefsiri âkıdların müşterek maksatlarına uygun düşeceği yolunda heyet âzasından iki zat tarafından noktai nazar ileri sürülmüşse de bir misli tâbirinin sarih olan mâna ve medlûlüne ve böyle bir taahhüt ve mukavele âmme intizamına muhalif olmayıp İdarece görülen herhangi bir lüzum ve icap sebebiyle zikrolunan kanunda yazılı hizmet süresinin azaltılması suretiyle mukavele yapılabileceğine nazaran âkıdlarca, bu taahhütname ile tahsil müddetinin iki katı hizmet ifasını istihdaf edildiğini kabule imkân görülmediğinden bu noktai nazar tasvip edilmemiştir.
Netice; Maden Tetkik ve Arama Enstitüsünce maden mühendisliği tahsili için ecnebi memleketlere izam olunan talebeden alınan taahhütnamelerde mukarrer (Tahsilde geçen senelerin bir misli müddet hizmet) ifa edileceğine dair olan taahhüdün, tahsil müddeti kadar hizmet taahhüdünü mutazammın olup kendilerinden bu şekilde taahhütname alınan talebenin tahsil müddetinin iki katı hizmet ifasıyle mükellef bulunmadıklarına ilk toplantıda 23.3.1955 gününde üçte ikiden fazla çoğunlukla karar verildi. (RG. 25.06.1955; S: 9038).
5-) YİBK, T: 27.03.1957, E: 12, K: 2:
Ancak; esas hukuk kaidelerine göre mülkiyet serbestisini ve tasarruf muhtariyetini ana prensip olarak nazara alan vazıı kanun, hissedarın temlik hakkını tahdit ederken bu esas kaideyi de gözden uzak tutmamış ve bu tahdidi, mücerret satış akdi ile mukayyet kılmıştır. Bu itibarladır ki, gerek nazariyat ve gerek içtihatlar hibe, trampa, sermaye vaz’ı gibi tasarruflarda şuf’a hakkının cereyan etmiyeceğini kabul etmiş bulunmaktadır. Binnetice gayesinde hibe veya buna mümasil maksatlar mündemiç bulunan âkıdlarda zâhiren satış şekli bulunsa bile âkıdın hakiki maksadı satış olmadığı halde satış hakkındaki hükümleri onlara teşmil ve tatbik etmek hem vazıı kanunun maksadına ve hem de esas hukuk prensiplerine aykırı olur.
İmdi bayiin miras hukukuna müteallik kaidelere tevfikan veya sair mülâhazalarla kendi evlâdına veya akrabasına satış yapması halinde de şuf’a cereyan edip etmiyeceği noktası yukarıda izah olunan kaidenin ışığı altında mülâhaza olunmak icabeder. Bu gibi akrabaya satışta ortada, satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeğe imkân yoktur. Çünkü; burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahubetmek ve kendi yerine geçirmektir. Kaldı ki, bu gibi birçok hâdiselerde bedel tâyini bir tenkis dâvasını önlemeye matuf bir tedbir olarak görüldüğü gibi herhangi bir muvazaalı muamele tarzında da tezahür etmekte bulunduğu müşahede olunmaktadır. Ancak; bu konuda mühim ve tespiti zaruri bulunan husus, âkıdın maksadını tâyindir. Bunu da akdi muhit olan ahval ve şerait tâyin edebilir. Müşterinin bayiin mirasçısı olması, semeni mebiin dûn bulunması veya kendisine temlik olunan şahsın ödeme kabiliyeti bulunmaması gibi haller akdin mahiyetini ve vasfını tâyin ve takdire yardım eden âmillerdir. Doktrin de bu mülâhazayı teyit etmektedir. Nitekim İsviçre Medeni Kanunu şarihlerinden Profesör Haab şerhinde şu mütalâada bulunmaktadır. (Şuf’a hakkının ne zaman kullanılacağı hakkında kanun sâkittir. Gerek nazariyat ve gerek tatbikatta hâkim olan telâkkiye göre her el değiştirme şuf’a hakkının istimaline esas olamaz. Şuf’a hakkı, ancak, mâlikin meşfû hakkında üçüncü bir şahısla kendi arzusiyle bir hukuki muamelede bulunarak meşfûu paraya çevirmesi halinde dermeyan olunabilir. Şu şartla ki, temlik eden bakımından diğer âkıdın bir ehemmiyeti olmamak lâzımdır. Yani temlik edenin esas maksadının ivaz elde etmek bulunması ve âkıdın da eda edebilecek durumda bulunmasıdır). Yine İsviçre şarihlerinden Wieland (Hakikatte tenkis ve iadeye tabi tasarruflardan olduğu halde satış şeklinde yapılan temliklerde «malikin hemşiresinin çocuğuna gayrimenkulün kıymetinden aşağı bir surette az bedelle yaptığı satışlarda olduğu gibi» şuf’a hakkı iddia olunamaz. Mevcut içtihat ve doktrinlere göre satış mahiyetinde olmıyan temliklerde şuf’a cereyan etmez. Miras hakkı göz önünde tutularak kanuni mirasçıya temlikler de böyledir) demektedir.
İsviçreli şarih Tuor da Federal Mahkeme kararlarına göre «kanuni mirasçıya miras hissesine mahsuben vâki satışlarda da şuf’a hakkı cereyan etmez» mütalâasındadır. Aynı görüşe Rosel de iştirâk ederek (Vazıı Kanun şefi’e yalnız meşfûun bir başkasına satılması halinde tercih hakkı kabul ettiğine işaret etmek istiyor. Kelimenin kanuni mânasında bey olmıyan intikal sebeplerinde şuf’a ihtimali ve binaenaleyh mezkûr hakkın istimali de hâdisenin nevi itibariyle bertaraf edilmiş olur. İntikal maksadının akdî maksada galip geldiği ahvalde şuf’a cereyan etmez) demektedir. Bundan başka şuf’a mevzuunu tetkik eden eserlerde ve resmî mukarrerat dergisinde neşredilmiş olan İsviçre Federal Mahkeme kararlarında bu görüş daha açık bir surette tebarüz ettirilmiştir. Schmit eserinde (hâkim telâkkiye göre kanuni mirasçıya ve eşine müstakbel miras hakkı nazara alınarak yapılan temliklerde şuf’a cereyan etmiyeceğini) beyan eylemiştir. Bundan başka son bir kararında Federal Mahkeme (bir mâlikin kızına sattığı hisse hakkında açılan şuf’a dâvasında şuf’a hakkı meşfûun her türlü temlikinde bahis mevzuu olamıyacağından zâhiren ve müstakilen temlik olmasına ve bedel de tesmiye edilmiş bulunmasına rağmen hakikatte miras hakkı gözönünde tutularak kızına satış yapılmış olduğundan bahisle şuf’a cereyan etmiyeceği içtihadında bulunduğu görülmektedir. Bu mevzuu tetkik eden profesör, şarih ve müelliflerimiz de aynı görüşe iştirâk etmektedirler.
Netice; müşterek mülkün hissedarı, hissesini karı ve kocaya, evlâda veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akdi bulunsa bile hakikatte satıştan gayri miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi mülâhazaların hâkim olduğu ahvalde Medeni Kanunun hakikî satışlarda kabul eylediği şuf’a hakkının cereyan etmiyeceğine 27/3/1957 tarihinde ittifakla karar verildi. (RG. S: 21.08.1957; 9687).
6-) YİBK, T: 01.04.1974, E: 1974/1, K: 1974/2:
Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında Tapu Sicil Memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medenî Kanunun 507. ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 1.4.1974 günlü ikinci toplantısında oyçokluğuyla karar verildi. (RG. 30.05.1974; S: 14900).
Not: Kararda anılan Türk Kanunu Medenîsinin 507. ve 603. maddeleri Türk Medenî Kanununun 565. ve 669. maddelerine tekabül etmektedir.
7-) YİBK, T: 13.01.1975, E: 1974/7, K: 1975/1:
Miras bırakanın saklı pay kurallarını gidermek amacı ile yaptığı temlikî tasarruftan sonra, bundan yararlanan kişinin, miras bırakanın bilgi ve talimatı dışında sırf saklı pay sahibi mirasçıları bu haklarından yoksun kılmak için, durumu bilen üçüncü kişilere taşınmazları temlik etmesi halinde, kötü niyetli bu kişilere karşı saklı pay sahibi mirasçılar tarafından tenkis davası açılabileceğine üçte ikiyi aşan oyçokluğuyla, 13/1/1975 gününde karar verildi. (RG. 02.04.1975; S: 15196).
8-) YİBK, T: 22.05.1987, E: 1986/4, K: 1987/5:
Miras bırakanın yaptığı temliki tasarruflardan zarar gören mirasçıların tenkis davası ile birlikte kademeli olarak veya tenkis davası açtıktan sonra ayrı bir dilekçe ile Borçlar Kanununun 18. maddesine dayalı muvazaa nedeniyle iptal - tescil davası da açabileceklerine 22/5/1987 gününde ilk toplantıda üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildi. (RG. 05.10.1987; S: 19595).
9-) YİBK, T: 16.03.1990, E: 1989/1, K: 1990/2:
… 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile “Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” karar verilmiştir. Bu karar toplumun özel koşul ve gereksinimleri dikkate alınarak çıkarılmıştır. Şöyle ki, özellikle küçük kırsal bölgelerde kız çocuklarını mirastan mahrum etmek amacıyla muris erkek çocuğu ile anlaşarak gerçekte bağışlamak istediği malvarlığını, kötü niyetle satış göstermek suretiyle devir işlemini gerçekleştirmektedir. Bunun yanında eşin ölümü veya boşanma sebebiyle yeniden evlenen erkek, önceki eşinden olma çocuklarını sonraki eşin etkisiyle mirastan mahrum etmek amacıyla sonraki çocuklara gerçekte bağışlamak istediği malvarlığını satış göstermek suretiyle onlara intikal ettirmektedir. İşte, 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı esas itibariyle muvazaalı tasarruflar karşısında gerek kız çocuklarını erkek çocuklarla eşit miras hakkına kavuşturmak ve gerekse murisin çocukları arasında eşitliği sağlamak amacıyla çıkarılmış olup, bu düzenlemenin toplumun ihtiyaçlarına cevap verdiği ve hukuk önünde eşitliği sağladığı tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Bu çözüm tarzının değiştirilmesini haklı kılacak hiçbir neden görülmemiştir.
…
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının değiştirilmesine yer olmadığına, 16/3/1990 günü ilk toplantıda üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildi. (RG. 17.05.1990; S: 20521).
10-) YHGK, T: 10.02.2016, E: 2014/17-2389, K: 2016/129:
“... Davacı vekili, davalı borçlu şirket aleyhine icra takibi yaptıklarını, borcu karşılayacak malı bulunamadığını ileri sürerek borçlu davalının kendisine ait aracı diğer davalıya satışına ilişkin tasarrufun BK.nın 19. maddesi gereğince İİK.nın 277 ve devamı maddelerinin kıyasen uygulanması suretiyle iptalini talep etmiştir.
...
Dava BK.nın 19. maddesi gereğince ve İİK.nın 277 ve devamı maddelerinin kıyasen uygulanması istemiyle açılan tasarrufun iptali davasıdır. Bu tür davalar ile güdülen amaç; bir alacağın tamamının yada bir kısmının tahsiline olanak bırakmamak amacıyla, borçlu tarafından yapılan bir taraflı hukuksal işlemlerle, borçlunun amacını bilen veya bilmesi gereken kimselerle yapılan bütün hukuksal işlemlerin hükümsüzlüğünü sağlamak ve bu yol ile alacağı tahsil etmektir. … davada incelenmesi gereken husus davalı borçlunun yaptığı tasarruflarının iptali gerekip gerekmediği, başka bir anlatımla BK.nın 19. maddesinde yazılı şartların gerçekleşip gerçekleşmediğidir. …
...
Davacı vekili, davalı şirketin müvekkili şirketten almış olduğu mallar karşılığı verdiği çekin karşılıksız çıkması nedeniyle takibe geçtiklerini, takip sırasında davalı şirket yetkilisi S.K.’ın şirket adına kayıtlı olan 35 ... 6441 plaka sayılı aracı babası diğer davalı N.K.’a noter satış işlemi ile devrettiğinin anlaşıldığı, yapılan işlemin muvazaalı olarak müvekkilinin alacağının tahsilini engellemeye yönelik olduğunu belirterek işlemin iptali ve işlem bedeli olarak noter satış senedinde gösterilen 18.500,00.-TL alacağın davalılardan tahsilini talep etmiş, …
...
1953 tarihli Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında, açıklanan beyanlarının gerçek maksatlarına uymadıklarını bildikleri halde, tarafların kastettikleri durumdan başka bir ilişkide kendilerini anlaşmış gibi göstermeleri hali olarak tanımlanmıştır (YİBK., 07.10.1953 tarih, 8/7 sayılı).
Muvazaa mutlak muvazaa ve nispi muvazaa olarak ikiye ayrılmakta olup muvazaalı bir hukuki işlemden söz edilebilmesi a) Tarafların iradeleri ile beyanları arasında bilerek yaratılmış bir uygunsuzluk, b) Muvazaa anlaşması c) Üçüncü kişileri aldatma (muvazaa) kastı unsurlarını taşımasına bağlanmaktadır.
İcra ve İflas Kanunu’nun 277. ve devamı maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davası ise; kesin veya geçici aciz vesikasına sahip alacaklının, kanunda öngörülen sebeplere dayanarak, iptal edilebilir olduğunu iddia ettiği tasarrufi işlem hiç yapılmamış gibi, sadece kendisi açısından ve aciz vesikasına bağlanmış alacağıyla fer’ileri nispetinde, bu işleme konu mal, hak ya da alacağın, alacaklının icra takip sahasına sokulmasını amaçlayan ve alacaklının, borçlu ile lehine tasarrufi işlemin yapıldığı üçüncü kişiye karşı açtığı, 5 yıllık hak düşürücü süreye tabi olan şahsi nitelikte, bir eda davasıdır. …
...
İptal davası ile muvazaa davasını karşılaştırdığımızda, ilk bakışta iptal davaları ile muvazaa davaları arasında bir benzerlik olduğu düşünülebilmektedir. Nitekim her iki durumda da borçlunun malvarlığı değerlerini alacaklıların takip imkanının dışına çıkarmak amacıyla birtakım devirler yaptığı, alacaklılarında açmış olduğu davalar yoluyla bu malvarlığı değerlerini takip imkanları dahiline çekmeyi amaçladıkları söylenebilir. Ancak her iki dava gerek nitelik ve koşulları gerekse de sonuçları bakımından birbirinden farklıdırlar.
"İptal davası" borçlu tarafından geçerli olarak yapılan tasarruf işlemlerinin -davacı bakımından - hükümsüz olduğunu tespit ettirmek için açıldığı halde, "muvazaa davası"nda, borçlunun yaptığı tasarruf işleminin gerçekte hiç yapılmamış olduğunun tespiti istenir. Yani yapılan işlemin geçersizliği ileri sürülür. Ayrıca, iptal davası şahsi bir dava olup, İİK m. 284’te belirtilen sürede açılması gerekli olmasına karşın; muvazaa davası ayni bir dava olduğundan, muvazaa kanıtlanırsa dava konusu mal, borçlunun malvarlığından hiç çıkmamış hale gelir. Buna ilaveten muvazaa iddiasının zamanaşımına bağlı olmadan ileri sürülebileceği belirtilmelidir. Diğer bir fark da İptal davasında aciz hali (kesin ya da geçici aciz vesikası) aranmasına karşın muvazaa davasında ise borçlunun aciz halinde olması aranmamaktadır.
… muvazaalı akitlerde, görülen akit değil tarafların gerçek iradelerine uygun bulunan akit tarafları bağlayıcı olduğu halde, İcra ve İflas Kanununun 277. ve bunu izleyen maddelerinde düzenlenen tasarruflar özel hukuk ilişkisi açısından geçerliliğini korumaktadır. Bu nedenle, alacaklının gerçek alacak ve ferilerine yetecek miktardaki tasarrufun iptaline, bunun dışında kalan kısmı geçerliliğini koruyacağından, olduğu gibi bırakılmasına karar verilmesi gerekmektedir. Kanun koyucu bu özelliği gözeterek "iptal davasının sübutu halinde davaya konu teşkil eden mal üzerinde icra kovuşturması yapılabileceğini, davanın konusu taşınmaz mal olduğu takdirde ise, İİK m. 283 gereğince 3. şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmeksizin taşınmazın haciz ve satışının istenebileceğini" öngörmüştür.
Görüldüğü gibi "iptal davası" ile "muvazaa davası" farklı niteliklere sahiptirler ve doğurdukları sonuçlar da farklıdır. Bu farklılıklara karşın özellikle belirtmekte fayda olan husus "hem iptal davasında hükümsüzlüğü istenilen tasarrufi işlemde hem de muvazaa davasında geçersizliği istenilen muvazaalı işlemde borçlu ya da hak sahibi ile 3. kişi arasındaki işlem hedeflenmekte olup alacaklı ile borçlu arasındaki hukuki işlem konu edilmemektedir".
Doktrinde muvazaalı işlemin iptali için iptal davası açılıp açılamayacağı tartışmalı olmakla birlikte uygulamada Yargıtay, alacaklının takibine maruz kalan borçlunun borcu ödememek için muvazaalı olarak malvarlığını elinden çıkardığını iddia ederek üçüncü kişiye karşı TBK m. 19 (818 sayılı BK m. 18) hükmüne dayalı olarak dava açılabileceğini, muvazaalı işlemin ispatı halinde mahkemece İİK m. 283/I kıyasen uygulanarak, tapunun iptali ile borçlunun adına tesciline gerek olmadan davacı alacaklının alacağını alabilmesine imkan sağlayacak şekilde davaya konu taşınmazın haciz veya satışını isteyebilmesi yönünde karar verilmesi gerektiği yönünde değerlendirme yapmaktadır (YHGK., 03.05.2000, 2000/4-823 Esas, 2000/851 Karar).
Yapılan açıklamalardan sonra somut olayda görevli mahkeme hususunda uyuşmazlık bulunduğu dikkate alınarak bu davalarda görevi düzenleyen Kanuni düzenlemelerin de ele alınması gerekmektedir.
Gerçekten hem "muvazaa davasında" hem de "tasarrufun iptali" davasında görevli mahkemeye ilişkin özel bir düzenlemeye yer verilmemiş olup genel kurallara göre görevli mahkemenin belirlenmesi gerekmektedir. 6100 sayılı HMK’nin 2. maddesinin 1. fıkrası gereğince malvarlığı haklarına ilişkin davalarla, şahıs varlığına ilişkin davalarda görevli mahkeme, aksine bir düzenleme bulunmadıkça asliye hukuk mahkemesidir. Yine 2. maddenin 2. fıkrası uyarınca HMK’da ve diğer kanunlarda aksine düzenleme bulunmadıkça, asliye hukuk mahkemesi diğer dava ve işler bakımından da görevlidir.
...
… Davacı şirket, davalı şirkete satmış olduğu malların bedelini alamaması nedeni ile tahsili için takip yapmış, bu takip sırasında davalı şirketin diğer davalı gerçek kişiye yapmış olduğu araç satışının muvazaalı olduğunu iddia ederek alacağını teminini sağlamak için TBK’nın 19. maddesi gereğince ve İİK’nin 283. maddesinin kıyasen uygulanması suretiyle iptali istemli eldeki davayı açmıştır. Davada alacaklı ve borçlu olan şirketler arasında ticari bir alım satım ilişkisi bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak davaya konu edilen taraflar arasındaki bu alım satım ilişkisi değil, davalı şirket ile diğer davalı 3. kişi arasındaki muvazaalı olduğu ve iptali istenilen işlemdir.
… tasarrufun iptali davasında ya da somut olayda olduğu gibi TBK’nın 19. maddesi gereğince ve İİK’nın kıyasen uygulanması istemli olarak açılan davalarda alacaklı ile borçlu taraflar arasındaki ticari nitelikteki alım satım ya da banka alacağını oluşturan ticari ya da genel kredi sözleşmeleri görevin belirlenmesinde dikkate alınamayacaktır. Ne tasarrufun iptali davası, ne de TBK m. 19 gereğince İİK’nin 283. Maddesinin kıyasen uygulanması istemli muvazaa davası TTK’nın 4. maddesinde belirtilen mutlak ya da nispi ticari dava niteliğine haiz olduğundan 6100 sayılı HMK’nin 2. maddesi gereğince genel görevli Asliye Hukuk Mahkemesi’nin görev alanında kalmaktadır. …”
11-) Y. 1. HD, T: 18.10.2016, E: 2014/13254, K: 2016/9518:
“… dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
… davacılar, mirasbırakan anneleri ...’nın maliki olduğu 3249 ada 2 parsel sayılı taşınmazdaki 10 numaralı bağımsız bölümü kızı olan davalıya, mirastan mal kaçırma amacıyla muvazaalı olarak temlik ettiğini ileri sürerek, tapu kaydının iptali ile miras payları oranında adlarına tescile karar verilmesini istemişlerdir.
Davalı, mirasbırakanın bakımıyla uzunca bir süre kendisinin ilgilendiğini, temlikin minnet duygusuyla yapıldığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, temlikin muvazaalı olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
...
... uygulamada ve öğretide "muris muvazaası" olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nispi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda, yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ve 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunun 706., Türk Borçlar Kanunun 237. (Borçlar Kanunun 213.) ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
… bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. … Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
… tanık anlatımlarına göre murisin bakımı ile davalı ve eşinin ilgilendiği, hastalığı ve ameliyatı sebebi ile birçok masraf yapıldığı, bütün masraflara davalın ve ailesinin katlandığı anlaşılmaktadır.
Öte yandan; satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir semen karşılığında olacağı kuşkusuzdur. Semenin bir başka ifade ile malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp belirli bir hizmet veya bir emekte olabileceği kabul edilmelidir. (HGK.’nun 29.4.2009 gün 2009/1-130 S.K.) Esasen yukarıda da değinildiği üzere muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açılan davaların hukuki dayanağını teşkil eden 01/04/1974 tarih ve ½ sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında mirasbırakanın gerçek iradesinin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı olması halinde uygulanabilirliğinin kabulü gerekir. Bir başka ifade ile murisin iradesi önem taşır.
… başka taşınmazları ve bir miktar parası olan mirasbırakanın ölümünden sonra miras taksim sözleşmesi ile taşınır-taşınmaz malların paylaşıldığı, dava konusu taşınmazın temlikinde ise mirasbırakanın gerçek irade ve amacının diğer mirasçılardan mal kaçırma olmadığı, davalının kendisi ve eşi ile ilgilenmesi, maddi ve manevi destekte bulunmasından duyduğu minnet sonucu devri yaptığının kabulü gerekir. …”
12-) Y. 1. HD, T: 18.04.2016, E: 2016/1468, K: 2016/4728:
“… Davacılar, mirasbırakan babaları ...’in paydaşı olduğu 144 parsel sayılı taşınmazdaki payını ölümünden 12 gün önce ölünceye kadar bakma akdi ile davalı gelinine temlik ettiğini, ...’nin de devraldığı payın bir kısmını murisin diğer oğlu davalı ...’e devrettiğini, anılan işlemlerin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek tapu iptali ile terekeye iadesini, ıslahla miras payları oranında iptal ve tescile karar verilmesini istemişlerdir.
Davalılar, iddiaların doğru olmadığını, mirasbırakanın temliki bakım ihtiyacı sebebiyle gerçekleştirdiğini, bakım borcunun da yerine getirdiğini belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, murisin mirasçılarından mal kaçırma kastının bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
...
Bilindiği üzere, 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanununun 611. maddesine göre ölünceye kadar bakıp gözetme sözleşmesi, taraflarına karşılıklı hak ve borçlar yükleyen bir akittir. (818 s. Borçlar Kanununun (BK) m. 511). Başka bir anlatımla ivazlı sözleşme türlerindendir. Bu sözleşme ile bakım alacaklısı, sözleşme konusu malın mülkiyetini bakım borçlusuna geçirme; bakım borçlusu da bakım alacaklısına Kanun’un öngördüğü anlamda ölünceye kadar bakıp gözetme yükümlülüğü altına girer. (TBK m. 614 (BK) m. Hemen belirtmek gerekir ki, bakıp gözetme koşulu ile yapılan temliki işlemin geçerliliği için sözleşmenin düzenlendiği tarihte bakım alacaklısının özel bakım gereksinimi içerisinde bulunması zorunlu değildir. Bu gereksinmenin sözleşmeden sonra doğması ya da alacaklının ölümüne kadar çok kısa bir süre sürmüş bulunması da sözleşmenin geçerliliğine etkili olamaz. Kural olarak, bu tür sözleşmeye dayalı bir temlikin de muvazaa ile illetli olduğunun ileri sürülmesi her zaman mümkündür. En sade anlatımla muvazaa, irade ile beyan arasında kasten yaratılan aykırılık olarak tanımlanabilir. Böyle bir iddia karşısında, asıl olan tarafların akitteki gerçek ve müşterek amaçlarının saptanmasıdır. (TBK m. 19 (BK m. 18)). Şayet bakım alacaklısının temliki işlemde bakıp gözetilme koşulunun değil de, bir başka amacı gerçekleştirme iradesini taşıdığı belirlenirse (örneğin mirasçılarından mal kaçırma düşüncesinde ise), bu takdirde akdin ivazlı (bedel karşılığı) olduğundan söz edilemez; akitte bağış amacının üstün tutulduğu sonucuna varılır. Bu halde de Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 1.4.1974 gün ve 1/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı olayda uygulama yeri bulur. Mirasbırakanın, ölünceye kadar bakıp gözetme karşılığı yaptığı temlikin muvazaa ile illetli olup olmadığının belirlenebilmesi için de sözleşme tarihinde murisin yaşı, fiziki ve genel sağlık durumu, aile koşulları ve ilişkileri, elinde bulunan mal varlığının miktarı, temlik edilen malın, tüm mamelekine oranı, bunun makul karşılanabilecek bir sınırda kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olguların göz önünde tutulması gerekir.
...
Hâl böyle olunca, yukarda açıklanan ilkeler gözetilmek suretiyle öncelikle mirasbırakan ...’e ait veraset belgesi veya tüm mirasçılarını gösterir nüfus aile kayıt tablosunun temin edilmesi, mirasbırakanın başka mal varlığının olup olmadığının ve tüm mirasçılarına intikal eden taşınır taşınmaz mallar ve hakların araştırılması, tapu kayıtları ve özellikle resmi akitlerin merciinden getirtilmesi, toplanan ve toplanacak delillerin birlikte değerlendirilmesi, ondan sonra bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve eksik soruşturma ile yetinilerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. …”
13-) Y. 3. HD, E: 2015/17444, K: 2016/12349, T: 01.11.2016:
bkz. madde 620, no: IV, 1.
V-) Yararlanılabilecek Monografiler:
Turhan Esener; Türk Hususi Hukukunda Muvazaalı Muameleler, İstanbul, 1956.
Nejat Aday; Taşınmaz Mülkiyetinin Naklinde Muvazaa (Konuya İlişkin Yargıtay Kararları İle), İstanbul, 1992.
İhsan Özmen / Eraslan Özkaya; Muvazaa Davaları, Ankara, 1993.
Sanem Aksoy Dursun; Borçlar Hukukunda Hakimin Sözleşmeyi Tamamlaması, İstanbul, 2008.
Şener Akyol; Sözleşmenin Yorumu, İstanbul, 2010.
İsmail Atamulu; Türk Borçlar Hukukunda Muvazaa, Ankara, 2017.
Murat Sarıkaya; Sözleşmenin Yorumu, İstanbul, 2019.
Esra Eviz; Muris Muvazaası, İstanbul, 2019.
Selin Sert Şütçü; Miras Bırakanın Muvazaalı Hukuki İşlemleri ve Sonuçları, Ankara, 2019.
Semih Akkök; Türk Hukuku’nda Miras Bırakanın Muvazaalı İşlemleri ve Buna Bağlanan Hukuki Sonuçlar, İstanbul, 2020.
Tunahan Çetinel; Alacaklılara Zarar Verme Kastıyla Yapılan Tasarruflar Bağlamında Tasarrufun İptali ve Muvazaa Davaları, Ankara, 2020.
Elif Polat; Ölünceye Kadar Bakma Sözleşmesinde Muvazaa ve Tenkis, Ankara, 2021.